İki emekli arkadaş uzun bir aradan sonra tekrardan bir araya gelmiş, akşam yemeği için aynı sofraya oturmuşlardı. Şimdi ise yemek faslını bitirmiş, koltukta oturmuş, kahvelerini yudumluyorlardı. "Ahahah, kardeşim geç o işleri" diye gülmeye başladı kel adam. "Kahveyi şekersiz içiyorsun ama lokumları löp löp götürüyorsun, olur mu öyle şey?" Arkadaşına kıyasla oldukça gür ve kır saçlı adam "Ben sağlığım için kahveyi şekersiz içmiyorum ki, ikisi de şekerli, bayıyor, ondan yani" diye itiraz etti. Kucağında mırıltılarla uyuklayan smokin kediyi usulca severken "Üstelik formuna dikkat eden sensin ama kafasında saç kalmayan da sensin, bu nasıl iş?" diye takılmayı da ihmal etmedi.
Salonun diğer ucundaki ufak masanın üstünde kurulmuş satranç tahtası ve üstüne sırayla dizilmiş taşlar ise öylece durmuş, biri bizi oynasın diye bekliyorlardı. Bir an önce oyuna başlamak ve hayatlarına biraz eğlence katmak için sabırsızlanıyorlardı. Ama bu iki ihtiyar adam hiç de oralı gözükmüyorlardı...
"Ohoo saat kaç oldu" diye isyan etti 1 numaralı beyaz piyon. "Şu hale bak, şekere dikkat edeceğinize azıcık satranç oynayıp beyin egzersizi yapsanız belki bunak kafalarınız için daha hayırlı olur..."
Piyon 8 "Ne bağırıyor ki? Taaa diğer köşeden duyduk herifi..." diye homurdandı yanındaki 7 numaralı piyona sessizce.
Piyon 7, 8 numaralı arkadaşına hak verdi. "Ben de oldum olası sevmem zaten 1'i. En son ki oyunda rakip şahı yediğinden beri havasından geçilmiyor, sanki kendi zekasıyla yedi, onu da başkası yönlendiriyor sonuçta."
7 ve 8 numara kendi aralarında fısır fısır konuşurken piyon 1 sesli bir şekilde ofladı. Bunun üzerine fil uyardı onu.
"Sessiz ol, şah rahatsız olacak."
"Emredersiniz efendim"
Piyon 8 kıs kıs güldü. "Arkadan emir gelince nasıl süt dökmüş kediye dönüyor ama..."
Siyah taşlar da beyazların haline gülmekle meşguldü. "Bunlar daha kendi aralarında anlaşamıyor, oyuncular olmasa, kendilerini yemekten bize sıra gelmez yeminle..."
Aslına bakılırsa, piyon 7'nin de dediği gibi, hiçbir taşın oyun sırasında özgür iradesi yoktu. Oyuncular gelmeden yerlerinden kımıldayamazlar, oynandıklarında ise oyuncular nereye koyarlarsa o kareye giderlerdi. Bunun farkındalardı. İster vezir ister piyon olsun, gayet vazgeçilebilir olduklarını da biliyorlardı. Tek bir amaç vardı: şahı korumak. Şah uğruna bütün taşlar feda edilebilirdi. Buna alışmışlardı, satrancın olayı böyleydi neticede. Hatta eğlenceli bile denilebilirdi. Acaba oyun sonunda kim tahtada kalacak, büyük bir merak konusuydu.
Yine de piyonlar, arkadaki taşlara karşı içten içe bir aşağılık kompleksine sahip olmaktan geri duramıyorlardı. Kendileri sadece bir kare ileri gidebilirken arkadakilerin bir sürü kare atlayabilmesi sinirlerini bozuyordu. At L, fil çapraz, kale yatay ve dikey. Vezir ise çapraz, yatay, dikey. Şah ise herhangi bir yöne sadece bir kare gidebilirdi. Yukarı, aşağı, sağa, sola, çapraz. Tamam, yön kabiliyeti gelişmiş olabilirdi. Fakat neticede sadece bir karecik gidebilirdi, değil mi? Takımın tümü sadece bir karecik ilerleyebilen şah için oradaydı.
Güç bu muydu? Cüsse miydi? Oldukça görkemli ve heybetli olan şah ne kadar güçlü bir taştı da hareket etme kabiliyetine bakmadan onu korumaya çalışıyordu herkes? Hayır, belki de güçlü değildi. Korunmaya muhtaçtı ve bu onu güçsüz yapardı... Evet evet, şah olmak gerçekten zordu. Tüm ilgi şahın üzerindeydi ve rakipleri onu mağlup etmeye çalışıyordu. Her an mat olma tehlikesi vardı, bu acıydı...
Neyse, başka bir taş tarafından yenseler ve oyundan ayrılsalar bile her şey bitmiyordu ya. Biri onları tekrardan tahtaya kurunca her şey yeniden başlıyordu. Sorun yoktu. Farklı kaderler, farklı senaryolar, aynı bedendeki reenkarnasyonlar... Taşların gücü eşit olmasa da oyun adil şartlarda oynanıyordu zaten, her iki tarafın da taşları aynıydı. Sadece... Hiçbir zaman oyuna başlama hakkı siyah taşlara verilmiyordu, o kadar. Onun haricinde problem yoktu.
İhtiyar takımının oturduğu salonun penceresi açıktı ve çekilmiş tül perde ara sıra uğrayan rüzgarla beraber nazlanarak havalanıyor, sonra geri eski haline dönüyordu. Yine havalandığı sırada bunu fırsat bilen beyaz bir kelebek kanatlarını çırpa çırpa içeri girdi ve şöyle bir etrafa bakındı. Öylece gezinirken bir anda aklına esti ve gidip sinirden içi içini yiyen piyon 1'in tepesine kondu.
"Lan! Üstümde ne işin var, git çiçeğin böceğin üstüne kon. Çattık akşam akşam... Zaten sinirlerim tepemde"
Taa karşıdan siyah bir taş hesap sordu: "Ne oluyor orda?" Daha sonra piyonun durumunu görünce gülmesini durduramadı.
Kelebek mahcubiyetle konuştu. "İki dakika soluklansam ne olur ki? Çok sıkıldım dışarıda gez gez. Eğlence arıyorum kendime."
"Kafamda mı buldun eğlenceyi? Gitsene yaaa..."
"Üf tamam" dedi kelebek. Fakat tam uçmak için kalkıyordu ki beraberinde piyonu da kaldırdığını fark etti, ayağı takılmıştı. Bunun üzerine siyah beyaz tüm taşlar kahkahalara boğuldular. Piyon 1, madara olmanın verdiği sinirle şah falan dinlemeyip patlayacaktı ki aklına bir fikir geldi...
"Buldum!" diye bağırdı. "Buldum! Madem şu bunaklar gelmiyor, biz de kendimiz oynarız. Kelebek arkadaş, başka bir arkadaşını daha bulur ve onlar karşılıklı oynarlar. Biz de fikir veririz. Tam bir takım oyunu olur. Hayatımızda ilk kez kendi oyuncularımızla konuşabileceğimiz bir oyun ortaya koyarız. Sizce de harika olmaz mı? “
Diğer taşlar bu fikri çok beğendiler. Kurallar dahilinde oynanacak ve bir savaş verilecekti, bu hep olan bir şeydi. Ama kendi hür iradelerinin de bulunduğu bir mücadele ilk kez yaşanacaktı. Kelebek yaşlı adamları şöyle bir süzdü. Sohbete o kadar dalmışlardı ki olan biteni fark etmeleri mümkün değildi. "Kabul" dedi. "Bundan daha eğlenceli bir şey bulabileceğimi sanmıyorum"
Sonrasında gidip siyah bir kelebek arkadaşını getirdi. Ayrıca karşılaşmayı merak eden yeşil bir kelebek daha geldi ve maç başladı. Kelebekler satranç biliyordu ve taşların da direktifiyle her şey mükemmel ilerliyordu, ta ki beyaz bir kale yenilene kadar... Oldukça sürpriz bir hamle olmuştu.
"Oha" dedi diğer beyaz kale. Artık tek kalmıştı. "Yiyin şunu!" Beyaz kaleyi yiyen diğer siyah kale artık şahlarının çok yakınındaydı.
"Nasıl yiyelim? Hiçbirimiz uzanamıyoruz!"
"Sakin olun arkadaşlar, arada at var, atı yemeden şaha dokunamaz."
"Beni mi feda edeceksiniz yani?" dedi at.
"Mecbur seni feda edeceğiz, eğer seni yerse o karede onu ortadan kaldırmak oldukça kolay olur."
Kelebek de bu fikri mantıklı buldu. Nitekim tahmin ettikleri gibi olmuştu, fırsatı gören siyah kale beyaz atı yedi ve şaha yaklaştı.
"Şah"
Şah bir adım aşağı kaçtı. Artık siyah kale ona ulaşamazdı, zaten bir sonraki beyaz hamlesinde de ortadan kaldırıldı siyah kale.
Beyaz at ise bu yenilgiyi kabullenememişti. Bu kadar çabuk vazgeçilmek kanına dokunmuştu. Oyundan çıkarılmış kenarda bekletilen beyaz kalenin yanına konmuş, hızlıca soluk alıp veriyordu.
"Abartmasan mı?" dedi beyaz kale. "Burada hepimiz şah için çalışıyoruz sonuçta. Kimin yenildiğinin pek bir önemi yok. Bu bir strateji oyunu.” Ekledi. “Hem sana ne oldu? Bugüne kadar oyundan çıkarılmak umurunda olmazdı?”
“Üf ne bileyim, insan oyuncular neyse de kendi arkadaşlarım tarafından satılınca böyle oldu herhalde”
“Satmak değil bu, fedakarlık. Bazen büyük amaçlar için büyük şeyler feda edilmeli”
"Ayrıca neden şah yani? Ben de oldukça güçlüyüm, görkemliyim. Ayrıca rakip taşların üstünden atlayabilen bir tek benim. "
Beyaz kale sırıtıp şöyle bir süzdü beyaz atı.
"Tamam" dedi. "Hatırlat, bir dahakine senin için oynarız"
"Geç sen dalganı..."
Diğer tüm taşlar ne kadar ilerleyebilirse ilerlesinler önlerine rakip bir taş çıktığı takdirde hareketleri kısıtlanırdı, ilerleyebilmek için önce onları ortadan kaldırmaları gerekirdi. Bu yüzden üstlerinden atlayarak yalnızca kendi yolunda ilerlemek oldukça kıymetli olmalıydı. Beyaz at bunları söyleyince elenmiş olan siyah kale güldü.
"Felsefe yapma, sen de bizi yemek için fırsat kolluyorsun, bilmiyoruz sanki. Ayrıca kendini bulunmaz Hint kumaşı zannetme, bak senden bir tane daha duruyor tahtada.”
Beyaz at, diğer beyaz ata özenerek baktıktan sonra "Sen hiç konuşma siyah kale, senin yüzünden buradayım zaten” dedi. Siyah kale ise umursamadığını belirtmek için omuz silkti.
"Çok sorgulama ya" dedi sonra boş vermişlikle. "Şahmış falan... Oyun işte, kendi aramızda eğleniyoruz. Herkes eşit olamaz ya neticede. Ağlayacaksan oynamayalım... Şahı kıskanıyorsun, kabul et”
Beyaz at tam ağzını açıp cevap verecekti ki izleyici yeşil kelebek "Pfff" diye oflayınca sendeledi. "Hey, yavaş ofla. Beni devireceksin.”
"Çok sıkıldım ya" dedi yeşil kelebek. "Hiç entrika yok. Anca taş yiyip duruyorsunuz"
Yenilen taşların arasında henüz yerini almış siyah vezir sohbete katıldı. "Aslına bakarsan entrika var, selam bu arada, rakip şahı mat etmek için gizli oyunlar dönüyor şu an. Bizzat olay yerinden geliyorum." Gururla fısıldadı. "Bilerek feda edildim..."
Hâlâ yenilmenin hırsını içinde taşıyan beyaz at alayla mırıldandı. "Ne kadar romantik..."
"Bir şey mi dedin?"
"Yoo..."
Oyun tek bir beyin olmadığından ötürü uzamıştı. Taşların da oyuna katılması sonucu birden fazla fikir ortaya çıkmış, oyun tamamiyle şahı korumak adına hepsini tartışıp en iyisini bulmak üzerine kurgulanmıştı. Oyundan odağını çoktan koparmış beyaz at ise odanın içine göz gezdirmeye başlamıştı. Yaşlı adamın kucağında uyuklayan kediyi görünce ise yüzünde bir gülüş belirdi yavaş yavaş... Kaos istiyordu!
"Pşştt" dedi yeşil kelebeğe. "Az öteye götürsene beni, bir şey konuşacağım seninle"
Yenilen taşlar meraklandılar. "Ne oluyor?"
"Size ne ya, işinize bakın"
Oyundaki taşlar ise o kadar meşgullerdi ki olan bitenin farkında bile değillerdi. Kelebek denileni yaptıktan sonra beyaz at planını harekete geçirmeye koyuldu. Sessiz konuşmaya çalışıyordu.
"Senin de canın sıkılıyordu, değil mi?"
"Fazlasıyla"
"Şu kediyi görüyor musun? Gidip ona azıcık takılsan, sonra seni yakalamak için peşine düşse..."
"Hop hop hop... Dur bakalım. Öldürtecek misin sen beni?"
"Ya hayır, yüksekten uçarsın..." dedi ve planın devamını anlattı ve kelebeği en sonunda ikna etti. Çok eğlenceli olacaktı.
Kelebek usul usul uçup kedinin burnuna kondu. Gür ve kır saçlı adam kelebeğe gülümseyerek bakmıştı fakat kedinin bu temastan hoşlandığı pek söylenemezdi. Kediyi uyandırdıktan sonra işini riske atmadan hemen havalandı, kedi de hemen kalkıp kelebeğin peşinden gitti. Ne kadar evcil bir ev kedisi olsa da içindeki gizli av dürtüsüne engel olamıyordu. Yeşil kelebek bir oraya bir buraya uçarak kediyi iyice sinir ettikten sonra satranç tahtasının üstüne kondu. Geriye sadece tek bir adım kalmıştı. Kedinin masaya atlaması ve tüm taşları yıkıp düşürmesi...
İhtiyar takımı çıkan sesten ürküp hemen sesin geldiği yere baktılar. "Eyşan... N'aptın sen öyle, tüm taşları devirmişsin!"
Kelebekler kaçıp kendilerini kurtarmışlardı ama taşların çoğu o kadar şanslı değildi... Kimisi masada devrilmiş, kimisi yere düşmüştü. Ayakta kalan 1 numaralı piyon ise kahkahalara boğulmuştu. "Kedinin adını Eyşan mı koydunuz cidden? Ahahaha! Az bile yapmış o zaman."
Yavaş yavaş herkes bu olayın suçlusunun beyaz at olduğunu anlamıştı, son birkaç dakikadır bir işler karıştıran oydu çünkü.
"Hepsi senin planındı değil mi?" diye isyan etti acı içerisindeki siyah vezir, yere düşmüştü. Bir yandan da şahı arıyordu gözleri. "Şahım! Neredesiniz, iyi misiniz?"
Siyah şah masada yıkılmıştı. Gür bir sesle durum bildirimi yaptı. "İyiyim, endişelenmeyin!"
Beyaz atın durumu ise pek iyi sayılmazdı. O kadar sert düşmüştü ki ufak bir parçası kopmuştu...
"Canıma değsin, takımına ihanet edersen sonun böyle olur"
"Bir dahaki oyunlarda ilk bunu çıkarırlar umarım"
"Aynen öyle"
"Tabi yerine yeni at almazlarsa..."
Beyaz at acıyla inledi. "Ah, kafam..."
Nagehan Usta
Bu öyküden ne çıkarmalıyız. Bir şey çıkarmalı mıyız yoksa birçok şey mi çıkarmalıyız ondan da emin değilim ancak okuduğum her metinden bir sonu çıkarmayı alışkanlık edinmiş birisi olarak şunu söyleyebilirim : Demokrasi fazla gelişmemiş toplumlar için iyi bir şey değildir. Herkese seçme hakkı verilmemeli :)