Çocukluğuma dair en özlediğim anlar yaz tatilleridir. Hatırımda kalan en güzel anılarım hep bu dönemde yaşandı. Okulu pek sevmezdim. Okula dair en sevdiğim zamanlar teneffüs ve karne günleridir. Teneffüste, arkadaşlarım ve bir sürü oyun vardır. Karne günlerinde ise köyüme kavuşmam.
Çocukluğumda tatillerimin hepsi köyde dedem ve babaannem ile birlikte geçti. Karnemi alır almaz soluğu köyde alırdım. Beni görünce yaşadıkları mutluluk her seferinde giderek artardı. Büyüklerimiz yaş aldıkça torunlarına ve çocuklarına daha düşkün olurken, biz çocuklara ise tam tersi oluyor. Hayatın acımasız taraflarından biri de bu sanırım.
İlk akşamlarım hep dedem ve babaannem ile geçerdi. Babaannem her seferinde en sevdiğim yemekleri yapar, bana durmadan sarılır ve öperdi. Dedem ise sanki çocukmuş gibi benimle oyunlar oynardı. Dedem benim ilk arkadaşımdı. Ertesi gün olunca bisikletime atlar köydeki arkadaşlarımın yanına giderdim. Beni gördüklerine her seferinde çok sevinirlerdi. Ayrı kaldığımız süre zarfında neler yaptığımızı konuşur, hasret giderirdik. Sonra hemen maça başlardık. Mustafa bir takımın kaptanı olurdu, ben diğer takımın kaptanı. İlk oyuncuyu kimin seçeceğini taş-kâğıt-makas oyunu ile belirlerdik. Genelde ben kazanırdım. İlk tercihim hep Sadık olmuştur. O da benim gibi kışları şehirde, yazları köyde yaşardı. O yüzden midir bilmem, kendimi en çok ona yakın görürdüm. Mustafa’nın da takıma aldığı ilk oyucu hep kuzeni Berk olurdu. Bu duruma güvendiğimden, diğer tercihim köyümüzün gururu Can olurdu. Şimdilerde şehrimizin takımının kalecisi. O zamanları düşündüğümde bu kadar yetenekli olduğunun hiç farkına varamamıştım. Ona bunu söylediğimde, “ben bile farkında değildim” demişti.
Maç biter bitmez atlardık bisikletlere, doğruca dereye giderdik. Birkaç yıl önce Bayram Amca’nın atacak olduğu eski dolabı arkadaşlarımla taşmıştık oraya. Her sene başında oraya gider dolabı bir güzel temizler, şortlarımızı içine koyardık. Derenin etrafı ağaçlarla kaplı olduğundan pek güneş oraya vurmaz, haliyle dere çoğu zaman soğuk olurdu. Biz bu soğukluğa hiç aldırış etmeden suya girmeye devam ederdik. Soğuktan dudaklarımız morarır, yüzlerimiz bembeyaz olurdu. Bildiğin soğuktan titrerdik. Buna rağmen hiç aldırış etmez, saatlerce yüzerdik.
Köy işlerinde dedem ve babaanneme yardım etmeyi çok severdim. Her zaman çok erken yatar, çok erken kalkardık. Sabah ilk iş babaannem kümese tavukların yanına gider, yumurtaları toplardı. Tarladan taze domates, salatalık ve biber toplamak benim görevimdi. Dedem ise çayı demler, kahvaltılıkları dolaptan çıkarırdı.
Tereyağını, peyniri, ekmeği babaannem kendi yapardı. Tereyağı ve peynir için Fatma Teyze’den süt alırdık. Babaannem eskiden inekte bakarmış. Yaş aldıkça ineğin bakımı zor olduğundan bırakmış. Ekmek yapmak için de köyün değirmenine gider buğday öğütürdük. Köy kahvaltısında yediğim her şeyin kokusu ve tadı bir başka olurdu. Şimdilerde doğal köy kahvaltısı adıyla restoranların önümüze koyduğu şeyin, bir düzmecenden ibaret olduğunu o zamanlardan biliyorum.
Tarlada çalışmak köydeki en sevdiğim işlerden biriydi. Dedem ile tarlayı bellerdik. Ben pek beceremesem de dedem her seferinde bana nasıl yapacağımı gösterir, büyük bir sabırla başaracağım anı beklerdi. Tarla bellendikten sonra toprakta oluşan deliklere babaannem ile birlikte tohumları atar, toprak ile onları örterdik. Yaz boyu bir sürü ürün hasat eder, hasatlarımızın lezzetleştirdiği sofraların tadını çıkartırdık.
Köyde işler bunlarla kalmazdı. İllaki onarmamız gereken bir şeyler çıkar, dedemle onları onarır, bazen de yeni eşyalar yapardık. Çocukluğumda güzel vakit geçirdiğim ağaç evimi de dedem yapmıştı. Yine bir karne gününün ertesinde köye gitmiş, geçen sene çok istediğim ağaç evini gördüğümde mutluluktan deliye dönmüştüm. Köydeki ilk gecemi dedemle ağaç evinde uyuyarak geçirmiştim. Dedemle uyumak bana hep huzur verirdi. Dedem sanki doğanın evde vücut bulmuş haliydi. Üzerinden meyve, sebze kokusu eksik olmazdı. Sanki doğanın tüm kokusu üzerine sinmişti. Elleri çalışmaktan ötürü hep nasırlıydı. Sürekli oduncu gömleği giyerdi. Yaşını almış olmasına rağmen oduncu gömleği ve pos bıyıklarıyla hep güzel görünürdü.
Kışa yakın dedemle yaşlı ağaçları keser, kışlık odun hazırlardık. Kestiğimiz odunları sırtımızda semerlerle evimize taşırdık. İtiraf etmem gerekirse köydeki tek nefret ettiğim iş buydu. Bacaklarımın ağrısı, sırt ağrımın önüne geçerdi. Odun taşıma işleminden sonra bir gün ara verirdik. Ara verdiğimiz günün ertesi günü dedemin satın almış olduğu kömürleri poşetlemek ile geçerdi. En son ise yazın gelişiyle kilere kaldırılan soba borularını eve çıkartır, sobayı kurardık.
Babaannemle yaptığım kış hazırlıkları daha farklıydı. Babaannemle birlikte yazın son sebzelerini hasat eder, onlardan kışlık konserveler yapardık. En güzel kısmı ise reçel yapmaktı. Babaannem en sevdiğim reçel olan çilek reçelinden beni hiç mahrum bırakmazdı. Ama çilek reçelinden ayrı olarak çeşit çeşit reçeller yapardı. Denediğim en ilginç reçel biber reçeliydi. Ağızda hem tatlı hem acı bir tat bırakıyordu. Nedense bu iki farklı tadın uyumunun inanılmaz hoşuma gittiğini hatırlıyorum.
Babaannem çok çalışkan bir kadındı. Çocukluğundan beri çalışıyordu. Akranları gibi ona da okuma şansı tanınmamıştı. Ne kadar içinde kalmış ki durmadan aynı anılarını bana anlatır dururdu. Erken çökmüştü babaannem. Hayat boyu çalışmasının yanı sıra kanserle de boğuştu. Kanseri yense de bu amansız hastalık ondan çok şey götürdü.
Bir de Sevgi vardı. Sırdaşım, oyun arkadaşım. İlk aşkımı ona anlattım. Babamdan yediğim ilk ve tek tokadı sadece onunla paylaştım. Hayatımda olan bütün her şeyi tüm çıplaklığıyla bilirdi. Üzgün olup olmadığımı, mutlu olup olmadığımı, hemen anlardı. Geriye dönüp baktığımda beni benden daha iyi tanıdığını söyleyebilirim. Köyde daha çocukluğumda keşfettiğim kayısı ağacının bahçesine sadece onu götürmüştüm. Etrafı ağaçlarla çevrili, zemini yumuşak çimenlerle kaplı, yuvarlak bir alandı. Alanın tam ortasında tadı enfes olan bir kayısı ağacı vardı. Sevgi ile sürekli buraya gidip, saatlerce konuşurduk. Kitaplar okur, şarkılar söylerdik.
Önceleri yalnızca yaz tatillerinde birbirimizi görürken, aynı liseyi kazanmamızla birlikte neredeyse her günümüz birlikte geçiyordu. Bu durum bize hayatın bir armağanıydı. Birbirimize tam ne zaman bir şey hissettik bilmiyorum. Bana sorarsanız başından beri sadece biz vardık. Birbirimize bunu açıklamaktan ya da birbirimizi kaybetmekten korktuğumuz için birbirimize söyleyemedik. Sadece bir an dışında. Mezuniyet gününün gecesi ona onu sevdiğimi söyledim. Utançtan ve heyecandan gözlerine bakamıyordum. Eğer isterse bir daha karşına çıkmam demeye kalmadan, dudaklarıma yapıştı. O öpücük ilk ve tek öpücüğümüzdü.
Sevgi ile geçirdiğim son yaz, aynı zamanda köyümde de geçirdiğim son yazımdı. Her gün birlikteydik. Onunlayken zamanın durmasını diliyor, zamanın nasıl akıp gittiğinin farkına varamıyordum.
Yazın sonunda sınav sonuçlarımız açıklandı. İkimizde çok istediğimiz İstanbul’a kavuşabiliyorduk. Beklenmeyen şey ise Sevgi’nin annesinin bir anda rahatsızlanmasıydı. Selma Teyze’ye kanser teşhisi konmuştu. Sevgi annesini bırakmak istemedi. Selma Teyze ve Hakkı Amca’nın tüm ısrarlarına rağmen kalmayı seçti. Bana hiçbir zaman gitme demedi. İstese bile bana olan sevgisi yüzünden bunu diyemezdi. Hayallerimi en iyi o biliyordu. Onu son gördüğümde birbirimize sımsıkı sarıldık, ağlıyordu. En kısa zamanda geri döneceğimi söyledim ona. Ama ağlaması kesilmedi. Beni en iyi tanıyan oydu, benden bile iyi tanıyordu. Ben geri döneceğime emindim, o ise geri dönmeyeceğime.
Kommentarer